İslam Dini Devrimci ve Bağımsızdır
Yedi Güzel Adam’ın ağabeylerinden biri olan fikir ve düşünce adamı Nuri Pakdil edebiyat dünyasında adını altın harflerle tarihe yazdırdı. Kendisini devrimci bir Müslüman olarak tanımlayan Pakdil, Cumhuriyet döneminin başından günümüze kadar ki edebi ve siyasi serüvenini Mehmet Bayar’a anlattı.
Star Gazetesi’nin Necip Fazıl Saygı Ödülü’ne layık görülen büyük fikir ve aksiyon adamı olan Nuri Pakdil, kaleme aldığı 43 eseri ve her daim taze olan ileri görüşlülüğüyle gelecek nesillere ışık tutuyor. Geçtiğimiz yıllarda Necip Fazıl Saygı Ödülü’nü alırken Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın konuşmasını tamamını ayakta dinlediği yazar Pakdil ile hukuk fakültesini bitirdikten sonra nasıl edebiyat dünyasına yöneldiğini konuştuk. Pakdil’in kelimeleri, inanmış olduğu hedefe yönelmiş birer ok gibi uzanıyor. Uzak diyarlardan gelen kuşaklara ‘uyan’ seslenişi oluyor kendisi. Pakdil, bir anlamda put kırıcı. Bütün sözlerinin içinde en devrimci olanlardan biri, elbette içinde Kudüs yatıyor. “Yüreğimizin yarısı Mekke’dir, geri kalanı da Medine’dir. Üstünde bir tül gibi Kudüs vardır” diye ifade ediyor kendisi. Edebi ve siyasi sahadaki mücadeleyi kendinde birleştiriyordu adeta. Yedi Güzel Adam’ın hulasasıydı. Kendisini muhafazakâr değil devrimci olarak tanımlıyor. Ailesi, çocukluğu ve edebi dünyası hakkında daha önce hiç duymadıklarınızı ilk defa Star Gazetesi’nden Mehmet Bayar’a anlattı.
İLKOKULDA YAZMAYA BAŞLADIM
Bir mektubunuzda, “Yazar olarak yaratıldığınızı hissettiğinizi, buna inandığınızı” söylüyorsunuz. Yazmaya nasıl başladınız?
İlkokuldan itibaren gerçekten bir şeyler karalamaya başladım. Rahmetli annemin ve babamın yoğun teşvikleri ile, bu okuma-yazma koşusuna başlamış oldum.
Lisedeyken ‘Hamle’ adında birkaç sayı çıkan bir dergi çıkarttım. Bu dergi bir lise dergisi olmanın ötesinde geniş yankı buldu. Anketler yapıyor, Türkiye’nin o dönemdeki ünlü yazarlarına mektuplar yazarak görüş alıyorduk.
Ayrıca Maraş’ta çıkan “Demokrasiye Hizmet” gazetesinde de sanat, edebiyat sayfaları düzenliyordum, orada da çeşitli müstear adlarla yazılar yazıyordum. Ben bu gazetede sadece makale değil, yazdığım Günlükler’den örnekler yayınlıyordum.
Yazmak, uzun yürüyüşe başlamaktır. Yazarın ödevi, yazmaktır. Bir yazar, ancak, yazarak girebilecektir insanlığa. Bu bağlamda yazmak, bir hayat biçimim olmuştur benim.
1923’TE HALKA KARŞI BİR EDEBİYAT OLUŞTU
İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesini bitirdiniz. Fakat siz edebiyat ile ilgilenmeyi seçtiniz. Sizi yazmaya, dahası bir edebiyat dergisi çıkarmaya yönlendiren şeyler nelerdi?
Türkiye’de, ilkin edebiyat ürünlerinin etkisiyle başlayan yabancılaşma, gele gele 1923’te bir şirk sürecine ulaştı. Cumhuriyet döneminde, halkının inançları dışında, halkına karşı bir edebiyat oluştu. Cumhuriyet dönemi edebiyatı, Asya’dan, Afrika’dan, Ortadoğu’dan kopuktu; Ortadoğu’yu inkâr belgeleriyle doluydu. Bu süreçte oluşmuş edebiyat eserlerinde, sanat eserlerinde, insanın metafizik devinimini göremezdiniz.
Biz, ülkemize edebiyatla gelen ve yerleşen bu yabancılaşmanın, yine ancak edebiyatla ülkemizden atılabileceğine inanıyorduk. Bilinçli bir oluşum için en çok sanata, edebiyata gereksinim olduğuna; insan ruhuna giden tüm yolların edebiyattan geçtiğine; bir ulusu, olumlu ya da olumsuz yönde oluşturan gücün, o ulusun edebiyatı olduğuna inanıyorduk.
Edebiyat Dergisi’ni çıkarmaya işte bu düşüncelerle karar verdik. Sanatı, edebiyatı, birincil kaygımız yapışımız bundandı.
DEVRİMCİ BİR MÜSLÜMANIM
Kimliğinizi ve yazarlığınızı nasıl tanımlarsınız?
Maraş’ta, 1934 yılında doğdum. Güzel İstanbul’umuzun Müslüman olduğu, bize katıldığı günü de (29 Mayıs) doğum günüm sayıyorum.
Her şeyden önce bir yazarım ben. Benim yazarlığım kimliğimi, kişiliğimi tayin eder. Uygarlığımın değer yargılarından yanayım, İslâm uygarlığının savunucusuyum. Uygarlığımızın yabancılaştırma girişimleriyle yenen hakkını geri istiyorum.
Bugünkü tarih itibariyle yayımlanmış olan 43 kitabımın hepsi, ‘zulümsüz‘, ‘sömürüsüz‘, ‘putsuz‘, ‘kimlikli‘, ‘erdemli‘, ‘erekli‘, ‘ışıklı‘, ‘aşkınlıkla dopdolu‘ bir yeryüzü oluşturma çabasına katkıdır. Putatapıcılık sapkınlığına bir karşı koyuştur. Tüm kitaplarım bu bağlamda okunmalıdır.
Bir kez daha bütün kalbimle vurgulayayım: Ben devrimci bir Müslümanım, devrimci bir yazarım. Yüzde yüz militan, devrimci bir yapım vardır benim. Bununla da gurur duyuyorum, onur duyuyorum.
ANNEM BANA O İSMİ YASAKLADI
Annenizi ve babanızı, hangi özellikleriyle hatırlıyorsunuz?
Annemi ve babamı, ödünsüz Müslümanlıklarıyla ve beni bu bilinçle yetiştirmeleriyle tanıyorum. İlk ideolojik öğretmenim annemdir. Bu bağlamda, bir anımı paylaşayım: Birgün okul dönüşünde anneme, bize okulda büyük adamlar olarak öğretilen bazı adları saymaya başladım. O adlardan birini söyler söylemez, annem şiddetle azarladı beni. “Bir daha o adı ağzına almayacaksın” dedi. Çok şükür o son söyleyişim oldu.
İdeolojik bilinçlendirme bağlamında bir öğretmenim de, bir yol göstericim de babamdı elbette. Çok cömertti annem. Hele de babam! O adeta bir cömertlik çılgınıydı. Annem de, babam da bana sürekli, Peygamber efendimizin çok cömert olduğunu anlatırdı.
Beni bu bilinçle yetiştirdikleri için annemi ve babamı rahmetle ve minnetle anıyorum.
HALK DEVLETE GÜVENMİYORDU
Ailenizin sizi ilkokula da ortaokula geç gönderdiğini söylersiniz. Neden geç gönderdi?
Ailem beni ilkokula 3 yıl geç gönderdi. İlkokuldan sonra ortaokula gitmek için de 3 yıl bekledim. Bunun nedeni, ‘Resmî Öğreti’ye ve yeni kurulan devletin okullarına duyulan güvensizlik ve kaygı olarak görülebilir. Aslında, sadece benim ailem değil, bütün Müslüman aileler aynı kaygıyı yaşadı.
Batı emperyalizminin savunucusu öğretmenlerin egemen olduğu Cumhuriyet okullarında okuyanların çoğunun Batı hayranı, din düşmanı ve emperyalistlerin işbirlikçisi olarak yetişmeleri; kendi halkının değerlerini değil, Batılı sömürgecilerin dayattığı değerleri savunmaya başlamaları, Müslüman ailelerin Cumhuriyet okullarına ilişkin kaygısının boşa olmadığını göstermektedir.
ALLAH DEMENİN YASAK OLDUĞU DÖNEMDE BÜYÜDÜM
Çocukluğunuzda kitapla nasıl tanıştınız? İlk okuduğunuz kitap hangisiydi?
Kitap demek, benim için en başta Kutsal Kitabımız demektir. Kitap okumak da en başta Kutsal Kitabımızı okumak demektir.
Çocukluğumda, ailemizin Ahmet Kuşçu adında bir dostu evimize gelir bana okuma yazma öğretirdi. Ahmet Öğretmenim, bizim evde okuma yazma öğretirken, zaman zaman ceketinin koyun cebinden bir kitap çıkarır, önce onu öpüp başına koyar sonra da dudaklarını kıpırdatarak okurdu. Sonra bana döner “inşallah büyüyünce sen de bu kitabımızı okuyup anlayacaksın” derdi. Kitabı okuduktan sonra, gene öpüp başına koyar ve ceketinin koyun cebine saygı ile yerleştirirdi.
Çocukluğumdaki bu gözlemim bende kitabın çok saygın olduğu ve kitap okumanın da ciddiyet gerektirdiği anlayışını pekiştirdi.
Çocukluğum, “Allah” demenin bile yasak olduğu bir dönemde geçti. Mahalle mektebinde hoca bize Kuran-ı Kerim öğretirken, polis veya jandarma baskınına karşı biri kapıda nöbet tutardı. Korku içinde gidip gelirdik. Ayrıca, okuyabileceğimiz kitap bulmakta da zorlanırdık.
Batıcı yöneticiler, Batılılaşma adına Latin harflerini kabul etmiş ve böylece geçmişimizle, kendi kültür mirasımızla bağımızı koparmışlardı.
Kuran harfleri ile yazılan kitapları okuyamıyorduk. Latin harfleriyle yazılmış yeni kitap da yok denecek kadar azdı. Bu yüzden elimize geçen bütün kitapları okurduk.
Kitapçı Mehmet Abi denen birisi vardı, ondan ödünç kitap alır, okuyup bitirince geri götürür, kitabın bizde kaldığı gün sayısınca bir ücret öderdik. O tarihlerde polisiye romanlar olurdu, onları okur geri götürürdük.
Üstad Necip Fazıl’ın Büyük Doğu dergisini okumaya başladığımda orta birdeydim. Teyzemin, o yıl lise sona gitmekte olan oğlu vermişti okumam için. Üstad Necip Fazıl’ın kitaplarının ve Büyük Doğu Dergisi’nin ideolojik bağlamda ufkumun açılmasına ve yazarlık oluşumuma büyük etkisi olmuştur.
Lisedeyken, eve dönüşlerimde, Arkbaşı dediğimiz yerden geçerdim. Hemen hemen evlerin bitip, kırın başladığı yerde bir de bakkal vardı: aydın biriydi; çeşitli gazeteler, dergiler alır, kitaplar da okurdu. Bir din bilgininin oğluydu: bu denli çok okumayı seven, belki işi gücü okuma olan birinin bakkallık yapabileceğini anlayamazdım. Otururdum yanında; okurdum dergilerini, gazetelerini; kitaplarından ilgi duyduğumu da alır, eve götürür, gece okur bitirir, sabahleyin bunu geri vererek hemen bir yenisini alırdım. Savaşımcı içerikli epeyce Öğreti kitabı okumuştum bu saygıdeğer bakkaldan.
Sonraki yıllarda şehir kitaplığından kitaplar alıp okumaya başladım. Bizim lisenin de zengin kütüphanesi vardı. O kütüphaneden de çok yararlandığımı hatırlıyorum.
KANUNLA KORUNAN ADAM OLMAZ
Çocukluğunuzu geçirdiğiniz Maraş’ta üzerinizde hissettiğiniz baskının sebebi olan devlet yönetim tarzından çıktığımızı düşünüyor musunuz?
Hayır, düşünmüyorum. Devleti yapılandıran ideolojinin, tüm yıkıcı baskısı, bütün şiddetiyle devam etmektedir. Türkiye’de, ideolojik bağlamda, düşünme ve yazma özgürlüğü vardır denilemez. Dokunulamaz, eleştirilemez, kinayeli bile olsa dil uzatılamaz bir tabu vardır. Bu korku yok edilmeden, insan beyni inkişaf edemez. Ben bunun sıkıntısını mütemadiyen gözlemliyorum.
Düşünce özgürlüğü önünde çok kısıtlamalar var. Çok daha özgürce konuşabilmeliyiz. Bir numaralı adam çok rahatlıkla eleştirilmelidir. 5816 nolu kanun yürürlükte olduğu müddetçe Türkiye’de düşünce özgürlüğünün olduğu söylenemez. Dünyanın hiçbir yerinde kanunla korunan adam yoktur. Her insan eleştirilebilmelidir.
İSLAM DİNİ DEVRİMCİDİR
Kendinizden hep devrimci olarak söz ediyorsunuz. Neye karşı nasıl bir devrim?
Ben, antikapitalist, antifaşist, antinazist, antisiyonist, antisosyalist ve en önemlisi de Türkiye özelinde olmak üzere antifiravunist bir bilince ve iradeye sahip devrimci bir yazarım.
Benim devrimciliğimin temelini, İslâm dinine olan sarsılmaz bağlılığım oluşturur. İslam dini kıyamete kadar sürecek sürekli devrim anlayışını öngörür. Yeryüzünde zulüm, haksızlık, adaletsizlik var olduğu sürece, bu zulmün, bu haksızlığın, bu adaletsizliğin kaynağı olan egemen güçlerin yok edilmesi için, Müslümanların devrimci mücadelesi de sürecektir. Kirli mülkiyete karşı, kara siyasaya karşı devrimci savaş kesintisiz sürecektir. Çünkü İslam dini bunu öngörmektedir.
İslâm Dini özgürlükçüdür, ilericidir, devrimcidir, bağımsızdır; sömürünün her biçimine karşıdır, başta anamalcılığa karşıdır, başta yabancılaşmaya karşıdır İslâm Öğretisi. İnsanın, yalnızca, ’emeğinin karşılığını yiyebileceğini’ vurgular bu din.
Benim için yazı yazmak bir bakıma savaşmak demektir. Çünkü yazılarımda, her türlü putçuluğa karşı, her türlü yabancılaştırmaya karşı, her türlü sapmalara karşı vermekte olduğum savaş anlatılmaktadır. Yazılarımda kirli mülkiyet tutkusunun insanı ele geçirmesi anlatılmaktadır. Yazılarım, kapitalizme ve sömürü düzenine karşı bir tepkiyi, bir eleştiriyi ifade etmektedir.
MUHAFAZAKÂR DEĞİLİM
Muhafazakâr kesime yakın bir entelektüel olarak görülüyorsunuz. Bu sizin için doğru bir tanımlama olabilir mi?
Hayır, Nuri Pakdil muhafazakâr değil, devrimci bir insandır!
GEÇMİŞLE BAĞIMIZ KOPTU
“Edebiyat Dergisi” pratiğinden hareketle, sanatın ve edebiyatın üstlendiği işlevi yorumlar mısınız?
1923’te yabancılaştırma girişimleri bizi ayırdı, bizi kopardı kendi edebiyatımızdan. Tüm düşün, sanat, edebiyat mirasına yabancılaşmış, kendisini yalnızca sözgelimi seksen yıldır var sanan bir ‘koşullandırma’, insanımızın boynuna bir darağacı ipi gibi geçirilmek istendi. İnsanımız ve tarihî birikimi arasındaki bağlantı koptu. Yeni kuşaklar, yoğun bir yabancılaşmanın, kendi kültüründen kopmayı öneren resmî bir öğretinin buyruk kesildiği bir ortamda yetişti.
Edebiyat Dergisi, işte bu yeni kuşaklarla iletişim kurmak için yayımlandı. Çıkışın amacı buydu. Biz, sanatın, edebiyatın işlevinin, tüm sömürülere karşı durmak olduğunu söylüyorduk. İnandıklarımızı yazıyorduk, yazdıklarımıza inanıyorduk. Savaşım için yoğun direnç gerektiğini, bu direncin de, sanatın, edebiyatın özünde var olduğunu söylüyorduk.
Edebiyat Dergisi çok güç şartlar altında süren bir eylemdi. Ancak, Edebiyat, asla hiçbir kişiye, hiçbir zümreye, hiçbir örgüte, hiçbir şirkete, hiçbir menfaat grubuna sırtını dayamadı. Edebiyat Dergisi, kendi özgün ve lekesiz çizgisinde devinmeyi sürdürdü. Çünkü, “Edebiyat”, bir uygarlığın varoluş savaşının adıydı.
Edebiyat Dergisi, salt alınterini, salt emeği birincil ölçüt olarak gören bir savaşımın yerli ve evrensel belgesi olmuştur. Şimdi, bunları onurla vurgulamaktan doğrusu kendimi alıkoyamıyorum.
YAZMAYI VE DÜŞÜNMEYİ ÖNCELEDİK
Edebiyat dünyasında Yedi Güzel Adam’dan birisiniz. Şiirlere, dizilere konu olan “Yedi Güzel Adam”dan bahseder misiniz?
Edebiyat Dergisi’ndeki arkadaş grubumuza ‘Yedi Güzel Adam’ adı, Cahit Zarifoğlu’nun aynı adlı bir şiirinden esinlenilerek sonradan takılmıştır.
Maraş’ta lise yıllarında tanıştığımız bu arkadaşlarımla birlikte, Şubat 1969’da, Ankara’da, Edebiyat Dergisi’ni çıkarmaya başladık. 1972 yılında da Edebiyat Dergisi Yayınlarını kurduk ve kitap yayınlamaya başladık.
‘Yedi Güzel Adam’ olarak anılan bizler, birbirimize çok bağlıydık. Birimizin parası hepimizin parası olurdu. Birimizin sevinci hepimizin sevinci, birimizin sıkıntısı hepimizin sıkıntısı olurdu. İdeolojimiz ortaktı. Hepimiz sapına kadar İslâm devrimcileriydik.
Biz her zaman, yazmayı ve düşünceyi önceledik. Zamanla farklı kulvarlarda ilerleyenlerimiz oldu, ama herkes yapmak istediğini en iyi yapanlardandı. Öykü yazan iyi öykücü, şiir yazan iyi şair, deneme yazan iyi denemeci oldu.
Aslında simgesel bir ifade olan ‘Yedi Güzel Adam’ tanımlaması için şunu söylemek istiyorum: Ülküsel konumunu algılayan her insan, güzel insandır.
İSTANBUL KUTSAL BİR ŞEHİR
Öğrenciliğiniz İstanbul’da geçti. Daha sonra da uzun yıllar İstanbul’da kaldınız. Fakat şimdi Ankara’dasınız. Yazı ve yazarlık bağlamında bu iki şehrin sizde nasıl bir karşılığı var?
İstanbul, yeryüzünün en güzel şehridir. Bir yazar için ilham kaynağı olabilecek yegane şehir İstanbul’dur. Aşk şehridir İstanbul. İstanbul, Varoluş Sevdası’nın, politik duruşumuzun simgesidir.
Ezeli ve Ebedi Ulu Önderimiz, Yüce Peygamberimiz MUHAMMED’in fethini müjdelediği bir şehridir. Bu yüzden İstanbul, bizim için kutsal bir şehirdir, İstanbul’u bunun için çok seviyoruz. Bundan daha kutsal bir gerekçe olabilir mi, İstanbul’un biricikliğine?
Ankara’ya gelince, bendeki karşılığı tek kelimedir: Cehennem.
HER ZAMAN PUTÇULAĞA KARŞI OLDUM
Türkiye’ye ömrünü vermiş bir düşünür ve yazar olarak Nuri Pakdil’in en büyük düşü neydi? Pişmanlık duyduğunuz hususlar var mı?
Benim büyük düşüm, putun ve putçuluğun olmadığı, İslâm ideolojisinin egemen olduğu, barış ve esenlik içinde bir Türkiye görmektir. Yeryüzündeki tüm Müslümanların birliğinin sağlandığını görmektir; Kudüs’ün esenliğe çıktığını görmektir.
Ben hep inandıklarımı yazdım. Yazdıklarımla hayatım özdeştir. Bugün yeniden dünyaya gelmiş olsam bugüne kadar yaptıklarımı aynen gene yapardım. Yaptıklarımdan pişmanlık duyduğum hiçbir şey yoktur.
1923’TE UYGARLIĞIMIZDAN KOPARILDIK
Uygarlık algımızla bağlantılı olarak sormak istiyorum: Biz kimiz ve dünyanın neresindeyiz?
Halkımızın uygarlık değerlerini İslam Öğretisi oluşturmuştur. Türk halkı, Ortadoğu uygarlığını oluşturan halklardan birisidir. Batılılaşma adına bizi uygarlığımızdan koparmak isteyenleri biliyoruz. 1923’te yabancılaştırma girişimleriyle, uygarlığımızdan koparıldık. Halkımız Batı uygarlığı içine, Batı düşüncesi içine sokulmak istendi. Cumhuriyet yönetimi, ‘Batılılaşma’yı amaç edinmişti. Ne var ki, bu yöneliş, halkımızın uygarlık değerleriyle çelişiyordu.
Türkiye’nin bunalımı, bir uygarlık bunalımıdır. Uygarlık seçimini doğru yapamamış halklar bunalımlardan kurtulamazlar. Türkiye, bir uygarlık hesaplaşması içindedir. Türkiye ‘resmen’ bir uygarlık seçimiyle karşı karşıyadır. Yapmak zorundadır bu seçimi. Hâlâ Batı uygarlığında mı kalacağız, yoksa dönecek miyiz kendi uygarlığımıza, bizi biz yapan, kişiliğimizin kaynağı uygarlığımıza? Sorun, Batı’ya baka baka ağrıyan boynumuzu, kendi uygarlığımıza çevirebilecek miyiz, çeviremeyecek miyiz, sorunudur.
Çağımızda savaşlar, artık uluslar arasında çıkan savaşlar değildir. Uygarlıklar karşı karşıya geliyor bu savaşlarda. Bu yaklaşımla, düşünmeye alışmalıyız savaşanları. Tüm Ortadoğu ülkelerinde de, Batıya karşı direniş hareketleri görüyoruz. Aslında bu, bir uygarlığın varoluş savaşıdır.
Düşüne düşüne dönmeliyiz uygarlığımızın bizi çağıran yönüne. Çünkü bir halk, kendi uygarlık değerlerinden kopuk bir düzeyde bulunuyorsa, o halk için ne ekonomik, ne de siyasal bir bağımsızlık söz konusu olabilir.
HALKI DÜŞMANLIKLA YARIŞTIRDILAR
Türkiye’de Batılılaştırma girişimleri nasıl sonuç verdi?
Türkiye’de Batılılaşma adına uzun yıllardır yapılan girişimler, ‘Batıcı aydın’ tipini ortaya çıkardı. ‘Batıcı aydın’ tipi, yerli düşünceye yabancı, tarihini yadsımış, uygarlığından kopmuş, bağsız, boşlukta sallanan, hiçbir tutumu ile artık halkına benzemeyen biridir. Solcu aydın, kendi uygarlığımızdan kopuşumuzun, kendi uygarlığımıza yabancılaşmamızın, özgünlüğümüzü yitirişimizin sonucu yurdumuzda oluşan kültür emperyalizminin uzantısıdır.
Ülkemizde Batıcılığın buyruk kesildiği dönemlerden başlayarak bize kadar uzanan süreçte, her şeyde yabancılaşma deneylerini görüyoruz. Batı Emperyalizminin ya da Marksçı emperyalizmin savunucusu olan yazarlar, bu yabancılaşma denemelerinin uygulayıcıları oldular. Halk düşmanlığında yarıştılar.
İNSANLIĞI TÜRKİYE KURTARACAK
Türkiye ve İslam dünyası arasında ilişkiler yeniden kuruluyor. Türkiye, İslam dünyası için nasıl bir anlam ifade ediyor?
Yurdumun çağ için gereği belli. ‘Umut’ kelimesi yerine ‘Türkiye” adını yazsak yeridir. Çünkü Türkiye, yalnız kendi kendisi için değil, Ortadoğu ülkeleri için de var olmak zorundadır.
Ben Türkiye’nin, özellikle Ortadoğu için tartışılmaz önemde bir işlevi olduğunu görüyorum ve yeryüzünü kurtaracak hareketin ancak Türkiye’den başlayacağına inanıyorum. Bu bağlamda gençlerimize hep umutla bakıyorum ve önemsiyorum.
KUDÜS SEVİLMEDEN İNSANLIĞA GİRİLEMEZ
Siz, Filistin davasının Türkiye’ye maledilmesine yoğun emeği geçmiş bir yazarsınız. Kudüs sizin için neden bu kadar önemli? Kudüs’e borcumuz nedir?
Filistin davasına inanmış ve bu davanın başarıya ulaşması için karınca kararınca çaba sarf etmiş bir yazarım. Bu çabanın ana tetikleyicisi elbette Filistin topraklarının bir parçası olan Kudüs’ün Ezelî Ebedî Ulu Önderimiz, Sevgili Peygamberimiz Hazreti Muhammed’in Mirac’a çıkarken son ayak bastığı yer oluşudur.
Öte yandan benim Kudüs sevgim, çocukluğumda sevgili annem Vecihe Hanım’ın bana yoğun bir şekilde Kudüs sevgisi aşılamasından gelmektedir. Elbette, babam Emin Efendi Hoca da bana mütemadiyen Kudüs sevgisi aşılamıştır.
Benim dünyamda, İstanbul’un özel bir yeri, Kudüs’ün daha özel bir yeri vardır. Yüreğimizin yarısı Mekke’dir, geri kalanı da Medine’dir. Üstünde bir tül gibi Kudüs vardır. Tutsak Kudüs’e borcumuz, Kudüs’ü savunmaktır, özgürlüğüne kavuşturmaktır.
Mekke, Medine, Kudüs ve İstanbul sevilmeden hayatın, yani varoluşumuzun hikmeti kavranılamaz.
Ezelî ve Ebedî Ulu Önderimiz, Yüce Peygamberimiz Hz. Muhammed’in Mirac’a yükselirken en son ayak bastığı yerin Kudüs olmasından başlamaktadır bizim eylemimizin evrenselliği. Kudüs sevilmeden insanlığa girilemez. Kudüs’ü bunun için çok seviyoruz.
Kudüs’ü savunmak, gerçek bağımsızlığı savunmaktır. Çünkü, gerçek bağımsızlık, yüzyıllar boyunca damıtılarak oluşturulan bir birikimdir. İnsanın onurunun asal kaynaklarından biridir, putçuluğun kesinlikle iptalidir.
Kudüs ve İstanbul, bilinci, irâdeyi, vicdanı, sorumluluk duygusunu temellendiren, bunları birbirleriyle ilişkilendiren, birbirleriyle eklemleyen ve politik duruşumuzu hemen hemen remzlendiren, simgeleyen; gerçeklilikle perçinleyen, örtüştüren iki Asal Bağış’tır, iki Asal Lütuf’tur bize. Kudüs bizim ideolojik temelimizdir. Yüreğidir İstanbul’un.
HER SANATÇI İŞLENEN SUÇA KARŞI TAVIR ALMALI
Kudüs ümmetin gözbebeği. Sizce Müslümanlar Kudüs’e ve dolayısıyla Filistin davasına yeterince kıymet veriyorlar mı? Edebiyatçılar, sanatçılar Kudüs için ne yapmalı?
Türkiye’de, 1923’te yabancılaştırma girişimlerinin amaçlarından biri de, bizi, aynı uygarlık çemberindeki halklardan koparmaktı. Irkçı ve Batıcı Cumhuriyet hükümetleri, mazlum halkların değil, Batı’nın ve Batılı emperyalistlerin çıkarlarını savundular. Filistin’in değil, İsrail Devleti’nin çıkarlarını savundular.
Ancak, çok şükür, zorbalar halkımızın yüreğinden Kudüs ve Filistin sevgisini söküp atamadı. Bu sevgi, her gün biraz daha yoğunlaşarak kendi mecrasına doğru ilerlemektedir.
Bir gerçeği vurgulamak istiyorum: Ülkemize sanatla, edebiyatla birlikte gelen ve yerleşen yabancılaşma, yine ancak, sanatla, edebiyatla ülkemizden atılabilecektir. Yeryüzünde, içinde bulunduğumuz süreçte, karanlığı geriletecek tek güç, sanat ve edebiyattır.
Bu bağlamda, vicdan aklığını koruyabilen her edebiyatçı, her sanatçı, sadece Filistin’de değil bütün İslam coğrafyasında Batılı Emperyalistler ve yerli işbirlikçileri tarafından ortaklaşa işlenen cürümlere karşı bir tavır almalıdır.
ORTADOĞU UYANIRSA DENGESİZLİKLER ÇÖZÜLÜR
Müslümanların yaşadığı hemen her coğrafyada büyük sıkıntılar hakim. Dünya üzerinde Müslümanların genel tutumu üzerinden değerlendirmek gerekirse son gelişmeler ışığında nasıl bir tablo görüyorsunuz?
Batı uygarlığının egemen olduğu çağımızda, özellikle Müslüman halkların yaşadığı coğrafyalarda, Batı-üretimi bir insanlık trajedisi yaşanmaktadır. Batı dünyası, büyük bir kindarlıkla saldırmaktadır Müslümanlara. Batılı sömürgeciler, sömürü ve cinayetlerini, bu parçalanmış coğrafya üzerinde kurulmasını sağladıkları devletlerin kukla yöneticileri üzerinden yürütmektedir.
Batılılar, yüreklerinin en gizli köşelerinde hâlâ duran ‘Ortadoğu korkusu’nu atamamışlardır. Bu korku, Ortadoğuluların, İslâm uygarlığını yeniden gün yüzüne çıkarmaları olasılığıdır. Batı dünyası bunu engellemek için Müslüman halklara büyük bir kindarlıkla saldırmaktadır.
Ortadoğu halkları İslâm uygarlığını yeniden canlandırabilirlerse, birlik olabilirlerse, çağın dengesizliği düzeltilebilecektir.
DÖRT ŞEHİR SEVİLMEDEN HAYATIN HİKMETİ KAVRANILAMAZ
Kudüs’ü sizin için farklı kılan nedir? Kudüs sizi, edebiyatınızı nasıl besliyor?
Benim dünyamda, İstanbul’un özel bir yeri, Kudüs’ün daha özel bir yeri vardır. Mekke, Medine, Kudüs ve İstanbul sevilmeden hayatın, yani varoluşumuzun hikmeti kavranılamaz. Müslümanlar için Kudüs’ün özel bir konumu vardır. Kudüs’ü bunun için çok düşünmeli, çok sevmeliyiz. Bir şeyi çok sevdiğinizde, doğal olarak onun eserlerinize yansıması da olacaktır.
Cezayir’den başlayıp Filipin adalarına değin uzanan, çok geniş alana yayılı Müslüman halklar, sömürgeciliğin her türüne karşı koyuyor, Batı albastısı yönetimleriyle savaşıyor, onurlu bir özgürlük için direniyor.
Tarihte bu halklarla, ortak inancın ve ortak kültürün koşullandırdığı konumda yan yana idik. Bugün de, yarın da yan yana, omuz omuza, inanç ve kültür ortaklığımızın bilincinde olmalıyız.
Bu Müslüman halklarla çok sıkı kültür ilişkileri kurmak istiyordum. Bu bağlamda, Fransızca’dan çevirerek Arap Şiiri Antolojisi yayımladım. Ayrıca, Arap Öyküsü Antolojisi de çıktı Edebiyat Dergisi Yayınları arasında. Bugüne kadar da benzerlerini yapan olmadı.
Yetmişli yıllarda Edebiyat Dergisi’nin muhtelif sayılarında yayımlanan ve bir şiir kitabıma da adını veren “Anneler ve Kudüsler” adlı uzun şiirimin bir bölümünü okumak istiyorum:
ANNELER VE KUDÜSLER
Tûr Dağı’nı yaşa
Ki bilesin nerde Kudüs
Ben Kudüs’ü kol saati gibi taşıyorum
***
Ayarlanmadan Kudüs’e
Boşuna vakit geçirirsin
Buz tutar
Gözün görmez olur
***
Gel
Anne ol
Çünkü anne
Bir çocuktan bir Kudüs yapar
Adam baba olunca
İçinde bir Kudüs canlanır
***
Yürü kardeşim
Ayaklarına bir Kudüs gücü gelsin
BATININ HER ADIMI DİKKATLE OKUNMALI
Filistin’i tanımak Batı için ne ifade ediyor? Filistin topraklarında İsrail’in kurulmasını destekleyen Batı, bugün Filistin’i devlet olarak tanımakla ne amaçlıyor? Filistin’in Avrupa’da tanınmasında Türkiye’nin rolünü nasıl değerlendiriyorsunuz?
Müslümanlar, ilke olarak, Vatikan’ın ve İngiltere’nin attığı her adımı kuşkuyla karşılamalıdır. Her attıkları adımda Müslümanlara kurulmuş bir tuzak vardır -tarihimize bakın: bunun bir istisnasını göremezsiniz.
“YAŞASIN FİLİSTİN!”
Filistin direnişinin geldiği noktaya bakıldığında İsrail tarafından nasıl görülüyor?
Önemli olan bizim Filistin direnişini nasıl gördüğümüzdür. Sizin aracılığınızla, Filistinli kardeşlerime, İslami devrim özlemi yüklü devrimci selamlarımı yolluyorum. Yaşasın; yeryüzündeki tüm inananların birlikteliği! Yaşasın Filistin!
BATI MÜSLÜMAN HALKINI YABANCILAŞTIRMAK İSTEDİ
Bugünkü Türk fikir hayatı hakkında yorumlarınız nelerdir? Türk kültür ve fikir hayatının geleceğine dair öngörülerde bulunur musunuz?
Batılı sömürgeciler ve Müslüman coğrafyalardaki yerli işbirlikçileri, Yüce Osmanlı Devletini yıkarak yerine irili ufaklı kukla ülkeler kurdular. Bu ülkelerin halk düşmanı yöneticileri de, yönetimlerine bırakılan ülkelerde Müslümanları kendi kültürüne, kendi tarihine, kendi kimliğine yabancılaştırmak istediler. Bu Müslüman halkların diliyle yazan Batıcı yazarlar da, bu süreçte, yabancılaştırma girişimlerini olanca güçleri ile desteklediler.
Ancak, yüzümüzü güldüren, bileklerimize yeni güç kazandıran, yüreklerimize bir muştu çarpıntısı getiren oluşumlar da var: yerli düşünceyi yayan yayınevleri, kitaplar çoğalmakta, yerli yazarlar daha aydınlık yöne doğru ilerlemektedirler. Koşulları düzeltmek için, yabancılaşma birikimi düşün tutsaklığını kaldırmak için kaynaklarımıza dönme gereğine inanmış İslamcı yazarlar, İslâmcı düşünürler yeni eserler koyuyorlar ortaya. Uygarlığımızı oluşturan düşünce, kitaplarla, dergilerle yayılıyor.
Batıcılarca, Marksçılarca horlanan yerli düşünce, yerli düşünceyi bir türlü yüreklerinden koparıp atamadıkları halkımızın direnişiyle yeni alanlara çıkacaktır. Ortadoğu düşüncesiyle yüklü bir edebiyat da ürünlerini vermeye başlamıştır Türkiye’de. Bunda bizim kuşağımızın ve bizden önceki kuşakların, uygarlık bilinciyle yazan yazarlarının katkısı yadsınamaz.
CUMHURİYET BURJUVA SINIFINI BÜYÜTTÜ
Bir yandan kapitalist anlayış tarafından hiç emek harcamadan, alınteri dökmeden kazanmaya adeta teşvik edilen, bir yandan da işsizlik sorunuyla karşı karşıya kalan gençlerimize neler söylemek istersiniz?
Biz sorunları köktenci bir yaklaşımla ele alıyoruz. İşsizlik sorununun da içinde bulunduğu bütün sorunların kökeninde, dünya emperyalist sistemine eklemlenmiş bir ekonomik düzenin bize dayatılmış olması vardır. 1923’te yabancılaştırma süreci ile, bu eklemlenme resmiyet kazanmıştır. Halkçı olduğu savlanan Cumhuriyet, sürekli olarak burjuva sınıfını büyütmüş, semirtmiştir. Buna karşılık, sürekli olarak yoksulluk artmıştır.
Önemli olan şudur: şirke teslim olmamış bütün vicdanlar, bütün uzun mesafe yürüyüşçüleri, nerede olursa osun, ne durumda olursa olsun, bu sömürü düzenine karşı, bu sömürü düzeninin simgelerine karşı, bir cephe oluşturmalıdır. Dikkatini, enerjisini bu karanlıkla savaşa yoğunlaştırmalıdır. Karanlıklar ancak bu ortak çabanın sonucu çıkacaktır aydınlığa.